İnsanlığın uygarlaşma serüvenindeki en önemli kazanımları arasında yönetilenlerin yöneticilerini özgür iradeleriyle belirledikleri yönetim anlayışı ilk sıralarda yer alır.
Bireylerin hiçbir etkiye maruz kalmadan istekleri doğrultusunda tercih yapabilmeleri, bu tutumları nedeniyle lehte ya da aleyhte bir muamele ile karşılaşmama duygusunun hakim olduğu zemin, katılımcı demokratik sistemlerin ana hedefleri arasında yer alır. Sadece muhaliflerin hak ve özgürlükleri konusunda emin olmadıkları sistemlerin değil, muktedirleri ve destekçilerini kollayan sistemlerin de çağdaş ve insan odaklı yönetim anlayışında yeri yoktur. Merkezi yönetimlerde olduğu gibi, yerel ve yerinden yönetimlerde de sosyal, temel hak ve özgürlüklerin ana umdesi “Hiçbir ırk, renk, cinsiyet, din, siyasal görüş, ulusal soy veya sosyal köken ayırımı gözetmeksizin” bütün bireylerin “haklardan yararlanma hakkının sağlanması gerektiği”dir.
Günümüzde devlet yönetiminde olduğu gibi örgütlerde de seçkinlerin bariz bir şekilde belirleyici olduğu yadsınamaz. Eskiden beri seçkinler toplumun başarılı, zengin ve asillerinden bir aristokrasi oluşturmuşlardır. Demokratik kurumların kurumsallaştığı toplumlara nazaran, geri kalmış ülkelerde formel yada enformel yapılanmaların, seçkinlerin ve bazı güç odaklarının hakimiyetinde olduğu bilinen bir realitedir. Seçilmiş veya atanmış bürokrat seçkinlerin ağırlığının belirginleştiği oluşumlarda ortak bir örgüt kültürünün oluşması, uyuşma ve uzlaşma zorlaşır.
Ülkemizin siyası tarihine bakıldığında merkezi otoriteyi elinde bulunduranların, zamanla çevreye karşı zemin kaybına uğradığı, süreç içerisinde merkezi otoriteyi ele geçirenlerin de kendi seçkin zümresini oluşturma çabasına şahit olmaktayız. 1961 anayasasını şekillendiren seçkinlerin merkezi otoritenin perifere, çevreye geçmesine önlem olarak, siyasal iktidarlara karşı sivil, askeri bürokrasiyi ve meslek kuruluşlarının elini güçlendiren yasal alt zemini hazırlamıştır. Bu çoğunluktan korkan azınlığın teminatındaki anayasal zemin üzerinde seçkinler adeta krallık ilan etmişlerdir.
Şerif Mardin, batıda kilise, seküler güçler, feodalite, burjuvazi, endüstri proletaryası, yerel odaklar, milli odaklar şeklinde görülen kutuplaşmaların yarattığı çatışma yerine Osmanlı ve mütebakisi olan Türkiye Cumhuriyeti’nde bunların toplum ile devlet ekseninde yoğunlaştığına işaret eder.
Sosyal sınıfların yokluğunda Osmanlının son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nde ”Laik-Şeriat” çatışmasının, batıdaki sınıf mücadelesinin yerini aldığı, Laiklerin kışla, şeriatçı ya da “siyasal İslamcı” olarak tanımlananların cami etrafından toplandığı analizi de son dönem siyasi gözlemciler tarafından sıkça dile getirilmektedir.
Bu yaklaşım doğrultusunda bizde merkezde yer alanlar batılı kavramlardaki burjuvazinin yerini tutmaya çalışanlar, seçkinler, kamu erkini ele geçirenler ve bu kamu erkini ele geçirenlerce ayrıcalıklı bir konuma getirilenler olduğu görülüyor. Çevrede yer alan büyük oranda, alın teriyle yarım yamalak geçinmeye çalışan “emekçi”, “çiftçi” ve toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan büyük halk yığınlarıdır.
Büyük halk yığınlarının büyük oranda “İslami hassasiyete sahip” ya da “muhafazakâr” denilebilecek bir anlayışta olmasına karşın, son 10 yıl istisna kabul edilirse merkezi seçkinci elitin “batılı”, “aydın”, “solcu” bir görünümde olduğu son yıllara kadar bazı çevrelerce dile getirilen bir anlayıştı.
Türkiye’de uzun süre merkez ile çevre arasında batıdaki sınıf mücadelesini çağrıştıran bir şekilde iktidarı ele geçirme mücadelesi devam etmiştir. “Laiklik” ve “şeriatın” silah olarak kullanıldığı bu mücadelenin ana aktörlerinin “yoksullar” ile “tuzu kurular” olduğu açıkça görülmektedir. Bu söylemlerin daha çok iktidarı ele geçirme aracı olduğu, her iktidara gelenin seçkinci ve merkezi bir yapıya evirildiği ve belli bir süre da çevre ile mücadelesini farklı argümanlarla sürdürdüğü siyasi yaşamımızın son yıllarında görülmektedir. Tarih bazen uzun vade de olsa her zaman çevrenin, halk yığınlarının kazandığını, ezici bir güçle merkezi, iktidarı ele geçirdiğini göstermiştir.
******* BİR MISRA *******
Dil-hûn eder insânı Emîrî bu temâşâ
Çok su götürür gelmiyor itnâba bu mebhas
Ali Emîrî
Günümüz Türkçesiyle
"Bu manzara insanın içini kan ağlatır Emîrî
Bu fasıl çok su götürür lafı uzatmaya gerek yok"